KORONA İLE BU KIŞ NASIL SAVAŞACAĞIZ?

http://www.egedesonsoz.com/yazar/korona-ile-bu-kis-nasil-savasacagiz/15261
http://www.egedesonsoz.com/yazar/korona-ile-bu-kis-nasil-savasacagiz/15261
Türk Tabipleri Birliği (TTB) –korona ile uğraşan hekimlerin katılmamasından yararlanarak – çok dar katılım ile yaptığı seçimlerle bir Merkez Konseyi (MK) seçti. Başkanlığına da Şebnem Korur Fincancı’yı getirdi.
Yapılma zamanının yanlışlığı kadar, TTB MK’nin başına getirilen Şebnem Korur Fincancı da hekimlerin büyük bir bölümünün canını sıktı.
Çünkü onun başkanlığındaki TTB MK’nin, hem hekimlerin özlük hakları ile halk sağlığını yeterince koruyamayacağı, hem de ülkemizin ulusal duyarlıklarına uzak kalacağı yönünde korkuları var.
Bir başka büyük tehlike de, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın TTB’ye karşı var olan olumsuz tavrının, Başkan Fincancı nedeniyle daha da sertleşmesi!
Barolardan sonra hedef tahtasına hekimlerin tek örgütü olan TTB’yi oturtmuş bulunan Sayın Erdoğan’ın, hekimleri bölmek için Fincancı’nın geçmişte yaptıklarını kullanması işten bile değil.
BUNLARI NASIL SÖYLER
Şebnem Korur Fincancı’nın TTB MK Başkanı olarak seçilmesi ile birlikte, geçmişte söyledikleri yeniden ortalığa dökülmeye başladı. Söylediği iddia edilen- ve yalanlamadığı- sözler, Türkiye Cumhuriyeti’nin duyarlıklarını paylaşan hekimler tarafından kabul edilir gibi değil!
Davet edildiği bir yurtdışı toplantısında söylediği iddia edilen sözler şunlar;
“Ermeni soykırımını lanetliyoruz! Eğer bu soykırımı Ermeni anne babalarımız kabul ediyorsa, o soykırım var demektir! Kahrolsun Faşist Türkiye Cumhuriyeti.”
Sayın Fincancı, sadece Ermeni iddialarına destek vermekle kalmamış, yazılanlara göre, Kürt halkımızı da işin içine katarak;
“Türkiye Cumhuriyeti paranoya ve histeriyle Kürt halkına soykırım yapıyor!” iddiasında da bulunmuş.
Ayrıca, Öcalan’a Özgürlük Platformu’na da üyeliği varmış…
Ancak…
HEKİMLER İKİ KORKU ARASINA SIKIŞTI
Çok sayıda hekim ve hekim örgütünün korkusu sadece Fincancı’nın oraya seçilmiş olması değil…
Zaten tabip odalarına karşı niyeti bozuk olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Fincancı’nın kişiliğini kullanarak hekimlere ‘çoklu tabip odası’ dayatmasında bulunarak hekimleri bölmesinden de korkuluyor.
Nitekim Sayın Cumhurbaşkanı aradığı fırsatı bulmuş olmanın heyecanıyla bu seçeneği dile getirdi bile!
İki olumsuzluk arasına sıkışan hekimlere ait 21 tabip odası ile 7 hekim platformu, hem tepkilerini hem de önerilerini dile getirmek için önemli bir ortak bildiri yayınladılar.
Bildiri şöyle;
ÇOK BÜYÜK HEKİM KİTLESİ ‘TEK ve BAĞIMSIZ’ TTB İSTİYOR
“Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Tabip Odalarının, ‘çoklu meslek örgütü’ haline getirilmesi bugün yaşadığımız sorunlara çözüm getirmez, Türk Tabipleri Birliği’nde vatanımızın ve milletimizin bölünmez bütünlüğüne karşıt kimliklerin etkin olmasını önlemez.
Türk hekimleri, meslek örgütümüzün bugün getirildiği konumdan, özellikle TTB Merkez Konseyi (MK) Başkanlığına getirilen kimlikten büyük rahatsızlık duymuştur. Bu kişinin ve destekçilerinin geçmiş etkinlikleri TTB kimliğine büyük zarar vermiştir.
Türk Hekimleri olarak mücadelemiz, 1953 yılında kurulan Türk Tabipleri Birliği’nin kurumsal kimliğine karşı değildir. Geçmişinde ulusal birlik ve beraberliğimize karşıt tutum almış bir kimliğin ve destekçilerinin TTB MK Başkanlığına ve yönetimine getirilmiş olmasına karşıdır.
Hekim haklarının ve toplum sağlığının savunulabilmesi için zorunlu olan hekimlerin birliğini sağlaması mümkün olmayan bu kişi öncelikle TTB MK Başkanlığından ayrılmalıdır.
Çoklu meslek örgütü girişimi ise bu sorunlar için bir çözüm olamaz. Çünkü;
a- Çoklu meslek örgütü girişimi, çok sayıda oda kurulması ve dolayısıyla odaların siyasallaşmasının önünü açacaktır. Bugün yaşadığımız sorunu çözümsüz hale getirecektir.
b- Odalar arası rekabet, hekim haklarının savunulması açısından hekimlerin zaman ve enerjisini tüketecektir.
c- Hekimlerin katılımı azalacak, hekim hakları savunulamadığı gibi Türkiye Cumhuriyeti’ne kasteden azınlıklara da meydan verilecektir.
Türk Hekimleri, vatanına milletine ve asırlık geleneklerine bağlıdır. Meslek örgütümüzün adındaki Türk kelimesi biz Tıbbiyeliler için övünç kaynağıdır, kaldırılması kabul edilemez. Bunun adımızdan kaldırılması, kavrama düşman olanların işine yarar.
Bugün Türk Hekimleri olarak inanıyoruz ki meslek odamızın, her zamankinden çok, tüm hekimlerimizin desteğine ihtiyacı vardır.
Bizler, TTB’nin bugün içine düşürüldüğü durumdan kurtarılabilmesi için;
1- Bütün hekimlerin odalara üyeliğinin ve seçimlere katılımının zorunlu hale getirilmesini…
2- Oda ve TTB seçimlerinde hekimlerin katkılarının yer alabilmesi için seçimlerin nisbi temsille yapılmasını, öneriyoruz!
Bugün, hekim hakları ile birlikte vatanımızın ve milletimizin birliğini savunacak güçlü bir meslek örgütü olabilmesi adına TTB’ye sahip çıkmak için bütün meslektaşlarımızı Tıbbiyeli Hikmet ruhuyla davranmaya davet ediyoruz. Saygılarımızla”
Bu görüşlerin tamamına katılmayabilirsiniz. Ama şu bir gerçek ki, bu hekim örgütlerinin istediği iki şey var;
1- TTB MK Başkanının oradan ayrılması,
2- TTB sayısını artırmadan seçim ve üyelik yöntemlerinde bazı değişiklikler yapılması!
Hekimlerin yarıdan çok daha fazlasını temsil ettiklerini söyleyen bu hekim örgütleri, açıklanan bildiride tek tek adlarını yazmışlar!
Afyonkarahisar Tabip Odası,
Aksaray Tabip Odası,
Amasya Tabip Odası,
Çorum Tabip Odası,
Denizli Tabip Odası,
Erzurum- Kars- Iğdır- Ardahan- Bayburt- Gümüşhane Tabip Odası,
Kahramanmaraş Tabip Odası,
Karaman Tabip Odası,
Kayseri Tabip Odası,
Konya Tabip Odası,
Kütahya Tabip Odası,
Malatya Tabip Odası,
Nevşehir Tabip Odası,
Niğde Tabip Odası,
Ordu Tabip Odası,
Rize Artvin Tabip Odası,
Sakarya Tabip Odası,
Sinop Tabip Odası,
Tokat Tabip Odası,
Yozgat Tabip Odası,
Ankara Tabip Odası, Hekimiz Biz Grubu,
Antalya Tabip Odası, Önce Hekim Grubu,
Balıkesir Tabip Odası Önce Hekim Grubu,
İstanbul Tabip Odası CumhuriyetçiHekimler Grubu,
İzmir Tabip Odası Hekim Güçbirliği Grubu,
14 Mart Tıbbiyeliler Derneği,
İstanbul Hekim Hakları Derneği.
Suat Çağlayan
Bu yazı Odatv’de yayımlanmıştır.
Sağlık Bakanı, Koronavirüse karşı aşı üretiminde önemli bir yol aldığımızı söylüyor!
Nerede ve nasıl üretildiği, üretimin hangi aşamalardan geçtiğinin bilinmediği ve etkinliğinin fazlasıyla sorgulanabileceği böyle bir üretimin başarılı olup olmayacağı sorularını bir kenara koyalım…
Ülkemizin en önemli aşı üreten kuruluşu olan Hıfzısıhha’yı kapatan bir Cumhurbaşkanı’nın Sağlık Bakanından -hem de koronavirüse karşı- aşı üretimi yapmakta olduğumuzu duymak insanda acı bir gülümseme uyandırıyor.
GENÇ TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE AŞI
Aşı, başta çocukları olmak üzere her yaştan insanı ölümcül ya da sakat bırakan hastalıklardan koruyan büyük bir buluş!
Genç Cumhuriyet’imizi yönetenler, yaşam kurtaran bu biyolojik ürünün önemini daha ilk yıldan kavramış, Cumhuriyet’in en önemli sağlık kurumu olan Merkez Hıfzısıhha Laboratuvarını kurarak orada aşı üretimi ile büyük sağlık felaketlerini önlemişlerdir.
O zaman, Hıfzısıhha’nın görevi şöyle özetlenmiş;
“Çeşitli aşı ve serumlarla, kan ürünleri, antijen ve antiserumları üretecektir!”
Ülkemizde, aşı üretiminin yolculuğuna kısaca değinmeden önce, ülkemizin aşı tarihi konusunda yazdıklarından çok yararlandığım bir bilim adamından söz etmem gerekiyor; Prof. Dr. Semih Baskan!
Kayseri Üniversitesi Eski Rektörü ve Okan Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurucu Dekanı olan Semih Hoca, genel cerrahi uzmanı olmasına karşın tıp ve aşı tarihi ile yakından ilgilenmiştir. Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki aşı üretimimizi onun kaleminden okurken, bugünün aşı politikalarını düşünüyor ve üzülüyor insan.
HIFZISIHHA’NIN YARATTIĞI AŞI DEVRİMİ
Ülkemizde aşıya ait ilk yazılı veri, 1721 yılına ait.
O dönemde İngiliz Büyükelçisinin eşi olan Lady Montagu, ailesine yazdığı mektupta, İstanbul’da “bir tür çiçek aşısı” yapıldığından söz ediyor. (Çiçek aşısı daha sonra, Jenner aşısı olarak 1801 yılında yapılmış)
İstanbul’da, Telkihhane adı verilen, aşı üretim ve araştırma merkezi ise ilk kez 1892’de açılmış.
Nerede biliyor musunuz?
Bugünkü yöneticiler tarafından yerle bir edilen Askeri Tıbbiye’de. Yani o zamanki adıyla Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane içinde. İşte o Askeri Tıbbiye, Ankara Cebeci’de bulunan askeri hastanenin mikrobiyoloji laboratuarı ile el ele vererek aşılar üretmeye devam etmiş. Hatta 1920 yılında askeri tıbbiyeli bir öğrenci olan Tıbbiyeli Hikmet, arkadaşı Yusuf ile birlikte aşı üretmek üzere İstanbul’daki laboratuardan Ankara Cebeci’deki hastane laboratuarına mikrop taşıyarak tifüs aşısı üretiminde bulunmuş, sonra da üretilen aşının ilk deneyinin kendi üzerinde yapılmasını istemiştir.
İstanbul’daki aşı üretim ve araştırma merkezi, Cumhuriyet kurulduktan sonra 1928 yılında Ankara’ya taşınmış, adı da; Merkez Hıfzısıhha Enstitüsü olarak değiştirilmiş, daha sonra da (1983) bu adın önüne Refik Saydam’ın adı eklenmiştir.
Bu önemli kuruluşta, kurulduğundan itibaren tifüs, tifo, tetanoz, difteri, kuduz, kolera ve boğmaca aşıları üretilmiştir. O dönemde dünyada üretilen aşılar göz önüne alındığında bizim Hıfzısıhha’mızın, Cumhuriyetin en başarılı kurumlarından biri olduğu açık olarak görülebilir.
ÇİN’E VE ABD ORDUSUNA AŞI GÖNDERDİK
Burada, Semih Hoca’nın yazdıklarından öğrendiğim iki çarpıcı bilgiyi aktarmalıyım;
Çin Devleti 1938 yılında, yaşamakta olduğu büyük kolera salgını nedeniyle, Cenevre’de bulunan Milletler Cemiyeti’nden aşı isteğinde bulunmuş. Çin’e ilk yanıt verenlerden biri Türkiye olmuş ve bir milyon mililitre aşı gönderilmiş. Daha sonra Çin, bu yardım nedeniyle ülkemize teşekkürlerini bildirmiş.
O dönemde yaptığımız başarılı aşı üretimine bir başka örnek de, ABD ordusuna yaptığımız tifüs aşısı yardımı!
Ankara Üniversitesi’nin Kurucularından olan Askeri Doktor (albay) Prof. Dr. Behiç Onul bu yardımı şöyle kaleme almış;
“İkinci Dünya Savaşı sırasında Salerno’dan İtalya’ya çıkarma yapmakta olan ABD ordusunda tifüs başladı. Bizden aşı isteğinde bulununca 10 000 doz tifüs aşısı gönderdik. Sonradan, bu aşının çok koruyucu olduğunu bize bildirerek bize teşekkür ettiler.”
HIFZISIHHA’YI NASIL KAPATIRLAR
Aşı emperyalizminin dev teknolojileri henüz ortalıkta yokken, genç Cumhuriyet’in Hıfzısıhha (aşı üretim) Merkezi, çok büyük başarılar göstererek, devlerle yarışabilen aşılar üretmiştir. Üstelik bu başarısını, aşı emperyalizminin azgınlaşmaya başladığı 2000’lerin sonuna kadar sürdürmüştür. Sadece çocuklarımızın aşı takvimine göz atmakla bile yerli aşı üretiminin ne düzeylerde olduğu anlamak olasıdır.
Ne yazık ki, ikide bir ‘yerli ve milli’ sözcüklerini kullanarak göz boyamaya çalışan AKP yönetimi, gerçek yerli ve milli olan Hıfzısıhha’yı kapatarak, aşı üretim şansını ortadan kaldırmıştır.
ECEVİT; “BEN DE AŞI ÜRETİMİNİ İSTERDİM, FAKAT!”
1999 yılında ülkenin yönetiminde bulunan DSP+MHP+ANAP koalisyonunun hükümet programında Refik Saydam Merkez Hıfzısıhha Enstitüsünün güçlendirilmesi sözü vardı. Bu durum umut vericiydi, çünkü iki yıl kadar önce, Mesut Yılmaz başbakan iken, bu kurumda aşı üretimi –geçici olarak- durdurulmuştu.
Rahmetli Ecevit başbakan iken bir görüşmemizde, Hıfzısıhha’da aşı üretimi konusunu açmıştım. O zaman koalisyon hükümeti vardı ve Hıfzısıhha’nın bağlı olduğu Sağlık Bakanlığı MHP’de idi.
“Ben de istiyorum” demişti Bülent Ecevit. “Sağlık Bakanlığı bizde değil ve koalisyon ortakları arasında yazılı olmayan anlaşmalar vardır! Ama yine de, -başlamış olan ekonomik sıkıntıdan söz ederek- şu sıkıntıları atlattıktan sonra Hıfzısıhha’nın güçlendirilmesini Sağlık Bakanı ile konuşmak istiyorum!”
Eğer Hıfzısıhha’nın da -Cumhuriyet’in diğer bir çok kurumu gibi- tamamen kapatılacağını (2012) öngörebilseydi, tanıdığım Bülent Ecevit, çok güç ekonomik koşullara rağmen Hıfzısıhha’ya yeni teknolojiler alır, aşı üretimini yeniden başlatırdı. Koalisyonun ömrünün yeterli olmaması ülkemiz için şanssızlık oldu elbette.
Ecevit zamanında alınan ekonomik önlemler sayesinde ayakta kalan AKP iktidarı, eğer bir yıl içinde aşılar için ödediği doların yarısını Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsüne yatırımda kullansaydı bugün birçok aşıyı üretmekte olurduk!
Elbette o zaman, aşı emperyalizminin önünde en az Küba kadar dik durabilirdik.
Köy Enstitülerinin kapatılması nasıl ülkemizin aydınlanmasına çok büyük bir darbe vurmuşsa, Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü’nün kapatılması da, ülke sağlığına ve ekonomisine benzer bir yıkım getirmiştir.
KORONAVİRÜS AŞISI KONUSU
Dünyanın dev aşı şirketleri ile ünlü üniversitelerin uzman laboratuarları koronavirüs aşısı üretme peşinde her gün yeni iddialarla medyada boy gösteriyorlar. Aşının üretilip üretilemeyeceğinden çok etkili ve uzun ömürlü bir bağışıklık sağlayıp sağlamayacağı tartışılıyor.
Bu bir yana, koronavirüs aşısı konusunda asıl trajikomik olay ülkemizde yaşanıyor;
Hıfzısıhha’yı kapatan AKP’nin Sağlık Bakanı çıkıyor, ülkemizde bir yerlerde aşı üretmeye çalıştıklarını söylüyor.
Askeri hastaneleri kaldırarak “harp cerrahisi”ni yok ettiğiniz için, sayısız şehidimizin –sessiz- ahını taşıyacaksınız…
Hıfzısıhha’yı kapatarak aşı emperyalizmine teslim olacak ve aşı konusundaki ‘yerli ve milli’ iddianızı kendiniz ayaklar altına alacaksınız…
Ondan sonra da kalkacak, bilmem hangi hastanenin hangi laboratuvarında koronavirüs aşısı üretmekte olduğunuzu söyleyeceksiniz!
Geçiniz beyim, geçiniz!
Prof. Dr. Suat Çağlayan
Bu yazı 18.10.2020’de Odatv’de yayımlanmıştır.
https://odatv4.com/hangi-laboratuvardakoronaasisi-uretiyor-18102042.html
ÇOKLU TTB : TABUTA ÇAKILAN SON ÇİVİ!
MHP önderi Bahçeli’nin haftalar önceki çıkışıydı!
TTB KAPATILSIN!
YÖNETCİLERİ SORUŞTURULSUN, KOVUŞTURULSUN!
Tek yetkili Cumhurbaşkanı bu çıkışı farklı bir yorumla tamamladı!
ÇOKLU TTB görüşü bir bakıma ölümü gösterip hastalığa razı etmek olarak da yorumlanabilir.
Gerçekte TTB’nin kapatılması ile Çoklu TTB arasında pek de fark olmadığının altını çizmekle başlayalım. İkincisinde “kapatmadan kapatma” söz konusudur. Çok daha kötüdür!
En yetkili ve muktedir ağızdan süreç başlatılmışken bundan sonra bu gelişmeye karşı hekim kamuoyunun nasıl bir duruş göstereceği tartışılabilir.
TTB’yi son 25 yıldır yöneten grupçuklar koalisyonu bugün gelinen noktada hekim kamuoyunu öylesine bölüp, parçalayıp etkisizleştirmiştir ki, tabuta çakılan son çiviye eşdeğer bu düzenlemeye karşı hekim kamuoyu duruşundan kuşkuya düşmek kaçınılmazlaşmaktadır.
Bugün için 165 bin hekimin gözbebeği olması gereken ve geçmişinde sayısız şanlı sayfa olan TTB dış kaynaklı etnikçiliğin yuvasına dönüştürüldüğü için zaten uzunca süredir kendi kitlesi olan hekimlerden kopmuş bir görüntü vermekteydi. Dolayısı ile Türk kamuoyu gözünde de her hangi bir öneme ve saygınlığa sahip değildi.
Denebilir ki, bu böyle olmasa da her kişi ve kuruluşu “kendisileştirme” tutkusuyla yanıp tutuşan siyasi iktidar yine de benzer bir uygulamaya yönelmez miydi? Kuşkusuz bu kuşku ve öngörü de yersiz değildir.
Ancak, ikisi arasındaki fark saygınlığı ve güvenilirliği olan bir TTB’nin arkasında duracak hekim yığını ve Türk kamuoyuyla açıklanabilir. Az şey değildir.
Uzunca süredir dile getirmeye çalıştığımız kaygılarımızın da yersiz olmadığı bu önemli gelişmeyle bir kez daha doğrulanmıştır.
Salgın ortamındaki baskın seçimlerle iktidarlarını pekiştirmek isteyen grupçuklar koalisyonu ortamdaki olumlu havayı değerlendirerek TTB Merkez Konseyi’nin başına çok daha ılımlı ve saygın bir kişiliği getirmek yerine etnikçiliği ve Türkiye karşıtlığıyla nam salmış Şebnem Korur Fincancı’yı getirince iktidar için tabuta son çiviyi çakmak kolaylaşmış oldu! Kurumun başına adı terörle ilişkilendirilemeyecek birisini getirmek bu kadar zor muydu diye sormaktan alamıyor kendisini insan!
Diğer yandan!
Çoklu tabip odası düzenlemesi yasalaşıp da yürürlüğe girince olacakları şimdiden söylemiş olalım!
Herkes kendi meşrebindeki odaya üye olacaktır. Böylelikle yaşamın diğer alanlarındaki ayrıştırma ve kutuplaştırma hekimlik gibi siyaset üstü olması gereken ortama taşınmış olacaktır. Kuşkusuz bu çoklaşmada kimi odalar iktidara yakın olacaktır. İktidar bu oluşumları koruyup, kollayacak ve kök salmalarına yardımcı olacaktır. Hatta, sendikalarda olduğu gibi iktidarın etki ve yetki alanındaki kamu kurumlarında çalışan hekimlerin yandaş odalara üye olmaları sağlanarak güç kazanmaları (en azından görüntüde) sağlanmış olacaktır.
Demedi demeyin!
Biz bu filmi o kadar çok gördük ki…
Sencilik-bencilik Türkiye’nin hücrelerine kadar işlenerek ülkeye yazık ediliyor!
Hekimin özlük haklarının, toplum sağlığının ve hekimler arası ilişkilerin iktidarcısı muhalefetçisi olur mu?
TTB ve bazı tabip odalarının yönetimine egemen olan adları anılmaya değmez kimi grupçuklar buraları öylesine siyasallaştırdılar ki aynı tutkuyla donanmış olan siyasi iktidar arayıp da bulamadığı fırsatı önünde buldu ve değerlendirme yoluna gitti.
Olay budur!
Not : Bu yazı veryansıntv’de de yayımlanmıştır.
https://www.veryansintv.com/coklu-ttb-tabuta-cakilan-son-civi
https://www.veryansintv.com/coklu-ttb-tabuta-cakilan-son-civi
http://www.egedesonsoz.com/yazar/simdi-de-sessiz-tasiyici-korkusu/15149
Bu ülkenin sorunlarını bizi bunaltan güncel veriler üzerinden tartışmak ve çözüm bulmak mümkün gibi gözükse de; hafızamızı tazelemeden, kimlerin kimlerle iş tuttuğunu hatırlamadan doğru yaklaşımlar üretemeyiz..
Adım adım geldik bu sürece..Sapla samanın karıştığı, herkesin kendini ötekine göre daha fazla milliyetçi, daha fazla dinci gördüğü; her türlü melanetten böyle sıyrılmaya çalıştığı bir süreç..Ülkemizi yıllardır kana bulayan bölücü örgütleri, din maskesiyle bir kuşağı zehirleyen sözde yapılanmaları elbette biliyoruz..Peki bu dinci ve etnikçi yapılanmalara destek olan, o zemine katkı sunan sözde aydınları, sözde solcuları ne yapacağız?!
Türkiye’nin son 40 yılı sürekli yeni bir fikre uyanan ve her yanıldıklarında yeni sulara yelken açan bu sözde aydın müsveddelerinin de tarihidir..Evrensel, hümanist bildirilerin arkasını yokladığımızda karşımıza kanlı emperyalistlerin düşünce kulüpleri, örgütleri çıktı.İçeride de uzantıları olan bu sol liberal aydınlar.Açık radyolar, açık vakıflar, insan hakları dernekleri, örgütleri say say bitmez.
Bu oluşumların içinde yer alan ülkemizin sözde entelijansiyası ve onların etkiledikleri çevreler, son yıllarda Türkiye cumhuriyetinin kuruluş ilkelerini, birliğini, bütünlüğünü savunmayı âdeta paranoyakça hezeyanlar gibi işlediler, demode kavramlarmış gibi sundular..Varsa yoksa belli halkların ezilmişliği, toplumdan dışlandıkları vurgusu..Özgürlük kavramını kendilerince yorumlayıp, dayattıkları; halkların kendi iradesiyle özerkleşebilme, küçük lokmalar halinde emperyallerin kucağına oturabilme hakkı (?!)..
Bu noktada yakın tarihimizi hatırlamak gerekir..Bizim gibi ülkelerde karşıdevrime zemin, önce işbirlikçi komprador sınıfla oluşturuldu..Kurucu partiden kopanlar ve uzantıları, demokrasi kılıfıyla cumhuriyet projelerini sekteye uğratmak için cephe oluşturdular..Anglosakson emperyalizmin yüzyıllardır uygulayageldiği taktik gereği yerli işbirlikçiler eliyle feodal artıklar, ümmet uzantısı birtakım tarikat ve cemaatler öne çıkarıldı..Milliyetçi sağ, muhafazakâr sağ denilen partiler eliyle, cumhuriyet değerlerini içselleştirmeyen kitleleler ‘sağcı’ olarak kimliklendirildi..Çağdaşı olduğu dünya dinamiklerinden uzakta hurafeler, uyduruk mitler, tarihsel yalanlarla bu kitleler beslendi, lümpenleştirildi..
Emperyaller ve yerli işbirlikçiler açısından bu yeterli olamazdı..Yetmişli yıllarda başlayan çalışmalarla da milli demokratik devrim şiarıyla yola çıkan, bu oyunu bozmak isteyen antiemperyalist, yurtsever, cumhuriyetçi, milli “sol” kitlenin ayrıştırılması için her yola başvuruldu..Gladyo eliyle ‘sol’ adıyla bölücü, yıkıcı örgütler inşa edildi..Seksen darbesiyle bu süreç hızlandırıldı..Baskı ve zulüm toplumsal hafızayı erozyona uğrattı..Gelen kuşaklar bireysel özgürlük, liberalizm, globalleşen dünya balonlarıyla kuşatıldı..Özellikle yaratılan faşizan baskıların tek hedefi; milli devlet yapısıyla bu süreci özdeşleştirmek ve sürekli hedefe oturtmaktı..Son kalelerden Tekel’in tasfiyesinde Diyarbakır’lı ve Samsun’lu işçinin birlikteliği kabul edilir değildi..Bu tabloda emekçi-uluslararası sermaye çelişkisi değil; sorunun kürt-türk, alevi-sunni, laik-islamcı eksenine getirilmesi esastı..Oysa Cumhurriyet’in değerleri bu tabloda da birleştirici rol üstleniyordu..Bu değerlerin içini boşaltmaya çalışmak için cumhuriyet dönemi iç isyanlar ısıtılıp ısıtılıp önümüze getirildi (ki malumunuz hepsinin arkasında işbirlikçilerle emperyallerin mesaisi vardır)..Anadolu halklarının kadim kültüründe yeri olmayan kin, nefret duyguları sürekli pompalandı..Bunun özellikle altını çiziyorum..Bu topraklarda fikir rönesansı hep öncülüyle vardı, hiç bitmedi..Bayrak yarışı gibi tazelendi..Luvi, Hatti ışığı..Hitit, Sümer medeniyeti..Yesevi, Mevlâna, Bektaşi aydınlanması..Ve Yunus’da vücut bulan binlerce yıllık arınma..Oysa bu süreçte tüm bu değerler üzerine inşa edilmiş ve kurumsallaştırılmış tek reform harekâtı ise cumhuriyet projesidir..
Yeni oyunlar, kamplar yaratmakta mahir dünya emperyalleri yakın dönemde postmodernizm adı altında tüm insanlığın kazanımlarını da yavaş yavaş değersizleştirdi!!!Malum sol liberal tayfa içeride ve dışarıda entellektüel metinler üzerinden bu sürecin mimarları, yürütücüsü oldular..
Bugün bu zihinsel alaborayı maalesef birçok insanımız yaşıyor..Türkiye Cumhuriyeti kuruluş değerlerine ve millet olma ülküsüne yabancılaştırılıyor..Dayatılan, kurucu iradeyle çelişen entellektüel masallar ile emperyalizme karşı mücadele edemeyeceğimiz gerçeğini artık kavramamız gerekiyor..
Milli Kurtuluş Savaşı ve önderleri, Cumhuriyet ve değerleri güncelliğini ve önceliğini hâlâ korumaktadır..Her koşulda bu değerlerin stratejisi, ortak paydası savunulmadan; bu topraklarda ne solculuğun, ne yurtseverliğin, ne milliyetçiliğin, ne de dindarlığın; yani bilcümle insanlığımızın özü yaşatılamaz..Kimse bu temel değerleri yadsıyarak, küçümseyerek, ama’lı cümleler kurarak içerde ve dışarda emperyallere ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadele edemez..Aydın olmanın sorumluluğu gereği bir bütüne hizmet etmektir, puzzle’ın parçalarını bir arada tutmaktır, çerçevenin içinde kalmaktır..O çerçeveden dünyaya bakabilmektir..Değerleri bir arada zenginleştirebilir ve anlamlandırabiliriz..Emperyal dünya son 200 yıldır o puzzle’ın parçalarını dağıtmak için her türlü mesaiyi yaptı, yapıyor ve yapacaktır..
Milli mücadele tarihimizin mirasını yaşatmak ve kuşaklara aktarmak, bu bilinçle bulunduğumuz kulvarlarda mücadele etmek, her yurtseverin birincil görevi ve sorumluluğudur (.)
YanıtlaYönlendir |
Kimi ne kadar ilgilendirir kestiremiyorum. Ama, yaşamımın azımsanmayacak zaman aralığını İzmir Tabip Odası’na ve dolayısı ile de TTB’ye ayırdığım için yazmadan yapamam!
Her şeyden önce Türk Tabipleri Birliği’nin 1953 tarihli 6023 sayılı yasa gereğince kurulmuş olduğunu anımsatmakta yarar görüyorum. Yöneticiler ve diğer kurulları oluşturanlar 2 yılda bir üyeler tarafından yargı gözetimindeki seçimlerle belirlenir.
Başlıca görevleri :
Türkiye’de hekimlik kökü Osmanlı’ya dayanan Tıbbiyelilik ruhuyla donanmıştır. Modern tıp öğretimine geçişle birlikte kendisini gösteren süreçte Tıbbiyelilik ve Tıbbiyeliler gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde ülkenin yazgısıyla da yakından ilgilenmişlerdir. Hatta, bu yazgıyı değiştiren eylemlilikler içinde olmuşlardır.
Yakın tarihe dek bu özgörev TTB düzleminde de yerine getirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde sağlık hizmetlerinin toplumsallaştırılmasının mimarı sayılan Nusret Fişek döneminin sonlanmasıyla birlikte TTB’nin yukarıda özetlemeye çalıştığımız çizginin dışına savrulduğu üzüntüyle gözlenmiştir.
Son çeyrek yüzyıl olarak nitelenebilecek bu dönemde TTB’nin ileri derecede siyasallaştırıldığı, üzerine görev olmayan alanlara yöneldiği izlenmiştir. Buna bağlı olarak da kurumun adı önündeki Türk nitelemesiyle bağdaşmayan bir çizgiye savrulması kaçınılmaz olmuştur.
Bir hekim meslek kuruluşu olarak Türk Tabipleri Birliği’nin siyasetten uzak durması gereği gün gibi ortadadır. TTB ya da bir başka meslek kuruluşunun siyasetle ilgisi ülkenin birliği, dirliği, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlılıktan öteye geçemez, geçmemelidir. Kaldı ki, andığımız bu başlıklar siyasetle de ilişkilendirilemez. Bu topraklara ayağı basan her yurttaşın ikilemsiz kabul ettiği ilkelerdir.
Oysa, son 25 yılda TTB’ye sözde sol örgütler koalisyonunun egemen olduğu ve hemen hiçbir dönem değişmeyen etnikçilik hastalığına tutulduğu özellikle hekim kamuoyunun yakından tanık olduğu gerçektir.
Son 10 yılda hemen her TTB genel kurulunda bulunmuş birisi olarak bu olumsuzluğa yakından tanıklık ettim.Bu durumu değiştirme doğrultusunda üzerime düşeni sonuca erişmese de yapmaya çalıştığımı rahatlıkla ifade edebilirim.
Bu süreçte teröre karşı savaşım veren Türkiye Cumhuriyeti devletinin hemen her fırsatta karşısında TTB’yi görmesi rastlantı olmasa gerektir.
TTB’ye egemen olan anlayışın bu olumsuz tutuma sıkı sıkıya bağlanmış olması bir yandan enerji ve zaman kaybına yol açarken diğer yandan da 150 bin dolayında hekimi kendisinden uzaklaştırma sonucunu doğurmuştur.
TTB yönetimleri marjinal kişiliklerin ve örgütlerin eline geçtikçe doğal olarak kurum da marjinalleşme görüntüsü vermiştir. Bu görüntüden hoşnut olmayan hekim kitlesinin tepkisi ise odalardan ve dolayısı ile TTB’den kopmak şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kopuş derinleştikçe TTB’ye egemen olan anlayışın iktidarı sağlamlaşmıştır. Bu da hekim kitlesinin TTB’den kopuşunu hızlandırmıştır. Sonuç TTB’nin giderek sapkınlaşması şeklinde gerçekleşmiştir.
TTB yönetimini belirleyen delegeleri gönderen Oda seçimlerine katılımın % 20 eşiğini aşamaz duruma gelmesi ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır.
Bir örnekle pekiştirmek gerekirse 2014 yılında yapılan bir TTB Genel Kurulu’nda Kobani Devrimi’nin selâmlanması ve desteklenmesi tartışma konusu yapılabilmiştir. Hemen her TTB genel kurulu Türkiye’nin başat sorunlarından olan etnikçi terörün güzellenmesine ve temize çıkartılmasına sahne olmuştur.
Son olarak benim “salgın seçim”olarak nitelediğim “baskın seçimler” TTB’ye egemen olan grupçukların iktidarını sağlamlaştırma fırsatı olarak kullanılmıştır. Odalardaki seçimlere katılım % 10’lara ve daha da gerisine düşmüştür.
Buralardaki seçimlerle belirlenen 481 delegenin katılması gereken geçen hafta sonundaki TTB Seçimli Genel Kurulu’na delege katılımı sayısı 305’te kalmıştır. Bu denli katılımsız bir sürecin sonunda TTB Merkez Konseyi Başkanlığı için Şebnem Korur Fincancı’nın seçilmiş olması sözcüğün tam anlamıyla fırsatçılık gösterisini tamamlayan son nokta olmuştur.
Siyasi duruşu etnikçilikten yana olan Şebnem Korur Fincancı kendi düşünceleri doğrultusunda kurulmuş bir dernek ya da vakıf oluşumunu kuşkusuz iyi yönetebilir. Ancak, bu görüşteki bir meslektaşın TTB MK Başkanı olması önümüzdeki dönemin de şimdiden yitirilmiş olduğunu kaçınılmaz olarak çağrıştırır.
Bu konuda yazıda andığım nedenlerle umutlu olamıyorum.
Belirli düşüncede olanların bir araya geldiği dernek yöneticiliğiyle 150 bir hekimin üyesi olsun olmasın meslek kuruluşu olan TTB’yi yönetmek oldukça farklı işlerdir.
Geçen çeyrek yüzyıl boyunca hekimlerden ve toplumdan giderek kopan TTB’nin bugün gereksindiği bu kopuşu hızlandırmak değil biraz olsun sınırlamaktı.
Bu gereksinimin karşılanması yerine keskin duruşlu bir Merkez Konseyi Başkanı aracılığıyla sözde sol örgütlerin benliklerinin doyurulması yeğlenmiştir.
Gelinen noktada Tıbbiyeli ruhlu Türk hekimlerine düşen, tabip odalarından ve TTB’den uzaklaşmak değil tersine yakınlaşmak ve meslek kuruluşundaki işgali bir an önce sonlandırmak olmalıdır.
Hiçbir şey için geç değildir…
http://www.egedesonsoz.com/yazar/kisin-virus-kapma-riskimiz-ne-kadar/15099
Altı yıl önce yaşanmış olan Kobani olaylarına ilişkin operasyon yapılıyor. Gözaltılar, ifadeler ve benzeri adli süreçler. Neden tam altı yıl sonra sorusunu soracaklar da haklıdır. Ama, neden bunca zaman geçtikten sonra sorusu daha yerinde olur!
Kobani benim belleğime kazınmış adlardan biridir.
Kobani ya da başka simgeler üzerinden etnik ayrılıkçılık yapanların bu konudaki kararlılığı ve farklı zeminlere konuyu taşıma üzerindeki becerileri göz ardı edilmemeli.
Kobani’nin benim belleğimdeki yerine gelince!
Yıl 2014. Aylardan kasım!
İzmir Tabip Odası TTB Kongre Delegesi’yim. Daha 5 ay önce TTB Genel Kurulu yapılmış. Yeni dönem organları için seçimler tamamlanmış.
TTB’den gelen yazı Kasım başında Olağanüstü TTB Genel Kurulu için Ankara’da bulunmamız gereğini bildiriyor. Başlangıçta zamanlamaya akıl erdiremiyoruz. Genel Kurul için bildirilen gerekçe yakınmalara neden olan üye ödentilerinin tartışılması ve gerekirse yeniden belirlenmesi. Konu önemli, zamanlama uygunsuz olsa da görev görevdir diyerek tutuyoruz Ankara’nın yolunu!
TTB Genel Kurulu salonunda her zaman olduğu gibi hava kurşun gibi ağır. Yüzünü ezberlediğimiz meslektaşlar (kendi deyişleriyle aktivistler) çoğu zaman olduğu gibi koşuşturmaktalar.
Genel kurul açılıyor. Ağız tadıyla önemli bir konu enine boyuna konuşulacak ve gün bitmeden karara bağlanacak diye saf saf bekliyoruz.
Araya giren bir önergeyle aklımız başımıza geliyor.
Meğer o gün Ankara’da Kobani Devrimi’ne destek yürüyüşü varmış. Açılım saçmalıklarının tavan yaptığı dönem olduğu için şaşırmıyoruz. İsteyen istediği amaçla yürüyebilir kuşkusuz! Kasım ayında Anadolu’nun dört bir yanından delegeleri toplayanlar belli ki bir şeylerin peşindeler(miş).
Araya giren önergede genel kurulun Kobani Devrimi’ni selâmlaması ve seçilecek heyetin yürüyüşe TTB adına katılması tartışmaya açılıyor.
Saatler süren tartışmalar sonunda amaçlanana erişilemese de değerli bir gününü bu anlamsız gerekçeyle harcamış oluyordu katılanlar. Daha da kötüsü hekim meslek kuruluşunun içine düştüğü dipsiz kuyuda kıvranmayı sürdürecek oluşuydu.
Türkiye’deki 150 bin hekimin meslek kuruluşu olan Türk Tabipleri Birliği’nin önde gelen görev alanı olan hekimler ve hekimlikle ilgili kazanım elde edememesinin şifreleri de bu genel kurulda yazılmış oluyordu.
Güncele gelirsek!
Bir siyasi parti genel başkanı “TTB Kapatılmalı!” “Yöneticileri Kovuşturulmalı” buyurdu geçtiğimiz günlerde. Birisi çıkıp da defterdarlık kapatılmalıdır, tapu müdürlüğü kurumu ortadan kaldırılmalıdır dese nasıl tepki verirdiniz? Güler geçerdiniz olasılıkla.
TTB kapatılmalıdır sözü de benzer şekilde değerlendirilmelidir. Ciddiye alınacak yanı yoktur.
Ama, TTB’nin de içine saplandığı bataktan bir an önce kurtulması gereğini göz ardı etmemizi gerektirmez bu ciddiye alınmayacak sözler.
Bu nedenle, kurum olarak TTB’nin arkasındayım! Ona kol kanat germek görevimdir.
Buna karşılık, TTB’nin son 25 yıldır izlediği olumsuz çizgiden sorumlu olanların da karşısındayım!
Kurum başkadır!
Kurumu yönetenler başka!
Hiç kuşkusuz herkes gibi onlar da soruşturulabilir, kovuşturulabilir! Hukuka ve kurallara uygun olmak koşuluyla kimse buna karşı çıkamaz.
Ama, daha iyisi bu hesabı 150 bin Türk hekiminin görmesidir.
Tabip odalarında yapılan seçimlere katılım % 20’leri bile bulmamaktadır. Başka deyişle, hekimler kendi meslek kuruluşlarından umudu kesmişlerdir.
Hekimlerde umutsuzluğa neden olan durumun nedenlerini TTB’nin son çeyrek yüzyıldaki tarihine bakarak saptamak olasıdır.
Benim 2008-2018 arasındaki tabip odası serüvenimde biriktirdiğim sayısız yaşanmışlıktan birisidir bu yazıya konu olan!
Fazlası yok, eksiği çoktur!
Ceyhun Balcı, 25.09.2020
Balkon alkışları…
Her fırsatta yarım ağızla sıralanan güzellemeler.
Fotoğrafa yansıyan görüntü Türkiye’nin kalbinden, başkentinden!
Kendi aralarında çatışan iki kişiden çok kurşunlanan neden ölmemiş de tek kurşun yarası alan ölmüş?
Sorgulama bu!
Elbette sorgulayabilirsin!
Ama, işi şiddete dökemezsin!
Çok değil birkaç ay önce sağlıkta şiddeti önleme yasası çıkartılmıştı!
Ne oldu diye sormak hakkımız olmalı!
O zaman da söylenmişti!
Bir kez daha söylenmiş olsun!
Kuşkusuz yasalar önemlidir!
Ama, artık çok açıktır ki, sağlıkta şiddeti önlemek yalnızca yasal düzenleme yoluyla olanaklı değildir!
Kamuoyu, yönetenlerin söylemlerinden ve eylemlerinden etkilenmektedir!
Tıpkı içinde bulunduğumuz salgın sürecinde olduğu gibi!
Hemen her gün kitle iletişim araçlarında ve sosyal medyada boy gösteren Cumhurbaşkanı ve Sağlık Bakanı başta olmak üzere yönetenlerimiz her nedense bu konuda topluma söz geçirememektedir. Sağlıkta şiddet olgusu da söz geçirilemeyen bir diğer önemli başlıktır!
Toplum sağlığını korumak kadar sağlık çalışanını korumak da göz ardı edilemeyecek önemdedir.
Fotoğrafa yansıyan vahşeti ortaya koyanlara yazıklar olsun!
Bu duruma seyirci kalıp önüne geçemeyenlere de…
İZMİR HEKİMGÜÇBİRLİĞİ
Son Yorumlar